Divan edebiyatı yazılı mıdır ?

webmastering

Global Mod
Global Mod
“Bir Gece, Divan Edebiyatının Ruhuyla Yüzleşmek”

Kışın en uzun gecesiydi. Elimde bir fincan sıcak çay, odanın köşesindeki lambanın sarı ışığı duvarlara titrek gölgeler düşürüyordu. Forumda her zamanki edebiyat başlığını açtım: “Divan Edebiyatı yazılı mıdır?” Basit bir soru gibi görünüyordu ama içimde tuhaf bir heyecan uyandırdı. Çünkü bu sorunun cevabını yıllar önce, bir hikâyenin içinde bulmuştum.

“Bir Şair, Bir Kadın, Bir Medrese: Zamanı Aşan Bir Söz”

Yıl 1587. İstanbul’un kış rüzgârı Haliç’in sularını döverken, Süleymaniye Medresesi’nin avlusunda iki kişi tartışıyordu: genç bir şair olan Yusuf ve medrese hocasının kızı Nisa.

Yusuf, elinde tuttuğu eski bir mecmuayı göstererek, “Bak Nisa,” dedi. “Divan edebiyatı bir gönül işidir ama gönül kelimelerle yazılır. Yazılmayan aşk, esen rüzgâr gibi kaybolur.”

Nisa, gülümseyerek yaklaştı. “Yusuf, kelimeler kâğıtta yaşar ama kalpte yankı bulmazsa ne anlamı var? Yazı, insanın yüreğinde yankılanmadıkça sadece mürekkep olur.”

O an fark ettim ki Yusuf’un zihni çözüm arayışında, Nisa’nınki ise anlamın peşindeydi. Yusuf için kelime bir araçtı; Nisa içinse bir bağ.

“Erkek Akılla Yazar, Kadın Kalple Okur”

Yusuf, medresedeki diğer şairlerle birlikte bir kaside yarışmasına hazırlanıyordu. Her beyitte ölçü, vezin, anlam bütünlüğü arıyordu. “Bir beyitte hata varsa bütün yapı çöker,” derdi. Oysa Nisa, Yusuf’un dizelerini okurken hatadan çok duyguyu arardı.

Bir gece Yusuf, yeni yazdığı gazelini ona okudu:

> “Söz mürekkep olur da aşk sığmaz satıra,

> Kalem susar, kalp konuşur gecenin yasıra.”

Nisa sustu. “Yusuf,” dedi, “belki de Divan edebiyatı yazılı değil, yaşanır. Çünkü o aşkın kendisidir, kelimeler sadece gölgesi.”

Yusuf düşündü. O ana kadar onun için Divan, bir sistemdi. Aruz ölçüsü, redif, mazmun… Hepsi bir düzenin parçasıydı. Ama Nisa, o düzenin içindeki insanı görüyordu.

“Toplumun Aynasında Divan”

O yıllarda Divan edebiyatı, sarayın diliydi. Halkın değil, seçkinlerin kaleminden çıkardı. Bu yüzden “yazılı” olması bir ayrıcalıktı. Yusuf da bu ayrıcalığın içindeydi. Yazmak, onun var olma biçimiydi.

Ama Nisa için mesele farklıydı. O, mahalledeki kadınların hikâyelerini, ağıtlarını, türkülerini dinlerdi. Onlar da birer divandı — ama sözlü. “Yusuf,” derdi, “senin yazdığın beyitler kadar, benim dinlediğim ninniler de tarih yazar.”

Belki de Divan edebiyatı sadece yazılı değildi; o, toplumun kalbinde yankılanan çok sesli bir şarkıydı. Yazı onu taşlaştırıyor, ama söz onu yaşatıyordu.

“Yazının Ötesinde Bir Hafıza”

Bir gün, medresede çıkan yangında Yusuf’un bütün mecmuaları yandı. Ellerini küllerin arasına daldırıp sessizce diz çöktü. Nisa yanına geldi. “Şimdi ne yazacaksın?” diye sordu.

Yusuf acıyla gülümsedi. “Hiçbir şey. Çünkü yazacak kalemim, tutacak defterim kalmadı.”

Nisa, ellerini onun ellerine koydu. “O zaman ben seni yazayım,” dedi. “Kelimeye değil, kalbime.”

Ve o gece, Yusuf’un dizeleri Nisa’nın hafızasında yaşamaya devam etti. Yüzyıllar sonra bile bir köy kadınının söylediği bir mani, belki o gazelden bir iz taşıyordu.

“Bir Forumun Aynasında Biz”

Evet, belki Divan edebiyatı yazılıdır; çünkü o dönemin insanı sözle değil, kalemle var oluyordu. Ama aynı zamanda yazısızdır da; çünkü o duygular, toplumun, kadınların, yoksulların belleğinde yaşamaya devam etti.

Bugün forumlarda “Divan edebiyatı sıkıcı mı?” diye soran gençler var. Belki de sıkıcı olan Divan değil, onu sadece kâğıtta aramamızdır.

Yusuf aklın, Nisa ise kalbin temsilcisiydi. Ve insan ancak ikisi bir araya geldiğinde anlam bulur. Akıl yazıyı üretir, kalp o yazıya ruh verir.

“Peki Ya Biz Ne Yazıyoruz?”

Kendime dönüp soruyorum: Biz bugünün insanları, duygularımızı sosyal medyada yazıya dökerken aslında bir tür modern divan mı oluşturuyoruz?

Emojiyle, cümleyle, sessizlikle anlatmaya çalıştığımız her şey — belki de dijital çağın yeni gazelleridir.

Nisa yaşasaydı, belki şöyle derdi:

> “Her kalp bir divandır; kimi satırlarda yazılır, kimi gözlerde okunur.”

“Son Söz: Yazı mı, Ruh mu?”

Divan edebiyatı elbette yazılıdır — çünkü o, yazının insanı dönüştürdüğü bir çağın mirasıdır. Ama aynı zamanda yazısızdır; çünkü yazıdan taşan anlam, insanın iç sesinde yaşamaya devam eder.

Bu yüzden belki de doğru soru “Divan edebiyatı yazılı mıdır?” değil, “Biz onu hâlâ okuyabiliyor muyuz?” olmalı.

Ve şimdi, senin için soruyorum forum dostum:

Bir kelime seni ne kadar taşıyabilir?

Bir duygu, satıra sığabilir mi?

Yoksa her kelime, bir kalbin yankısı mıdır hâlâ?

---

[Kaynak notu: Hikâyedeki tarihsel arka plan, 16. yüzyıl Osmanlı medrese kültürü ve Divan şiiri geleneği üzerine yapılan araştırmalardan (Bkz. Haluk İpekten, “Divan Edebiyatı Estetiği”, 2010; Şinasi Tekin, “Divan Şiirinde Mazmunlar”, 1998) esinlenmiştir.]
 
Üst